Adana Altın Koza Film Festivali’nden ‘Jüri Özel Ödülü’ ve ‘En İyi Müzik Ödülü’ ile ayrılan “Gündüz Apollon Gece Athena” filmi, festivalin öne çıkan yapıtları arasındaydı.
Yazı: Roza Yaruk
Emine Yıldırım’ın Gündüz Apollon Gece Athena filmi, ışık ile karanlığın, yaşam ile ölümün, geçmiş ile şimdi’nin eşzamanlı olarak aktığı, ritmik ve büyülü bir evrende kök salan bir anlatı örüyor. Film, mitolojik göndermeleri politik hafızayla buluştururken, izleyiciyi büyülü gerçekliğin estetik yörüngesiyle sarmalayarak belleğin katmanlarında dolaştırıyor. Yıldırım’ın kamerası, görünmeyeni görünür kılarken; yitip gitmiş olanın, kaybolan bedenlerin ve söylenmemiş sözlerin hayaletiyle bugünü yankılandırıyor.
Anlatının merkezinde yer alan Defne, kaybolmuş annesinin izini sürerken, yalnızca bir bedeni değil; tamamlanmamış bir vedayı, yarım kalmış bir varoluşu arar. Film, burada derin bir ontolojik soruyla yüzleşir: Hangi ruh hâliyle bu dünyadan ayrıldığımız, diğer tarafa geçişimizi belirler mi? Eğer bu dünyadan eksik, yarım, tamamlanmamış bir bedenle ayrılıyorsak, o beden bir ağırlığa, bir “bekleyiş”e dönüşür. Geçiş ertelenir. Bu noktada film, adeta bir “araf sineması” inşa eder; Victor Turner’ın liminalite (eşik) kavramıyla tanımlanan geçiş hâlinin sınırlarında dolanır. Ölüler yalnızca ölmüş değildir; geçememiştir. Çünkü isimleri anılmamış, yasları tutulmamış, eksikleri tamamlanmamıştır.
İşte Defne, bu eşikte yankılanan ruhların çağrısını duyar. Ve böylece, antik mitolojinin derin sularından yükselen bir figüre dönüşür: Mısır mitolojisindeki Hathor’un yankısıdır bu. Hathor’un ruhları karşılayan, geçişi mümkün kılan şefkatli aracı rolü, büyülü bir devinimle Defne’ye aktarılır. Ancak bu aktarım, yalnızca metafizik bir karşılaşma değildir; hafızayla, suskunlukla, bastırılmış hakikatlerle örülü bir dünyada gerçekleşir. Defne’nin ses verdiği ölüler, geçmişin hayaletleri değil yalnızca; bugünün hatırlanamayan, yasları tutulamayan kayıplarıdır.

Film bu yönüyle, Türkiye’nin toplumsal belleğinde derin izler bırakan Cumartesi Anneleri’nin sessiz ve direngen hafızasını yankılar. Kayıpların bedenleri bulunmadığında, yas bir süreye değil, zamansız bir bekleyişe dönüşür. Bu belirsizlik, ölenin değil kalanların ruhunu da arafta bırakır. Gündüz Apollon Gece Athena, işte tam da bu ritüel eksikliğini sinemasal bir hafıza mekânına çevirir; unutulmuş olanı adlandırarak, ona yeniden varlık kazandırır.
Film boyunca karanlık ve gölge, sadece estetik bir arka plan değil, hakikatin dolambaçlı yollarını açan birer eşiktir. Ursula K. Le Guin’in Yerdeniz evreninde karanlık, hem bilinmeyenin hem de kendilikle yüzleşmenin alanı olarak kurulur. Defne’nin de kendi gölgeleriyle, annesinin eksikliğiyle ve ölülerin metafizik ağırlığıyla karşılaştığı anlar, Le Guin’in Ged ya da Tenar karakterlerinin karanlıkla kurduğu içsel hesaplaşmaları hatırlatır. Gölge, hem korkutucu hem dönüştürücüdür; bastırılmış olanın geri dönüşü, unutulanın dile gelişi ve tamamlanamayanın çığlığıdır.
Apollon’un gündüz aydınlığıyla Athena’nın gece bilgeliği arasında kurulan karşıtlık, filmde bir gerilim değil; bir tamamlanma halidir. Işık ve karanlık iç içe geçer, akıl ve sezgi birbirini çağırır. Gerçek ile büyü arasındaki zar incelir; çünkü büyülü gerçekçilik, burada yalnızca bir estetik form değil, hakikatin başka bir düzlemde konuşma biçimidir. Büyülü olanın politik olana temas ettiği bu sinema dili, görünmeyeni hatırlatır, suskunluğu yankılar ve yok sayılanı geri çağırır.
Yıldırım’ın sineması, işte tam da bu nedenle, büyülü gerçekçiliği yalnızca bir estetik tercih olarak değil; politik bir sinemasal ontoloji olarak kullanır. Anlatmak, burada bir ritüel olur. Hatırlamak, bir tür büyüye; yas tutmak, bir hakikate dönüşür. Bedenleri bulunamayan kayıpların isimlerini fısıldayan kamera, onları hayalet değil, hakikat olarak duyurur. Ve her duyulan isim, bir başka kapının açılmasına, bir başka ruhun geçişine, bir başka tamamlanmanın mümkün olmasına aracılık eder.